5 Şubat 2023 Pazar

Venüs’te Sürpriz Sonuç

 Venüs’ün üst atmosferinden suyun yok olmasını sağlayacak kadar güçlü ‘elektrik rüzgârları’ olduğu belirlendi. Bu bilgi diğer yıldızlar çevresinde dolanan gezegenlerde yaşam arayışında önemli bir etken olarak dikkat çekmekte. Şimdiye kadar herhangi bir ötegezegen yıldızının yaşam alanında olsa bile kayasal yapıda olması, atmosferinin uygun şartları taşıması, yörüngesi gibi fiziksel etkiler dikkate alınıyordu. Şimdi bu etkilere bir yenisi eklendi: elektrik rüzgârları.

elektrik ruzgari
Ressam gözüyle Venüs atmosferindeki elektrik rüzgârına kapılarak uzaya atılan parçacık akımı (Dr Glyn Collinson).

Londra Üniversitesi Akademisi’nden (University College London, UCL) ve NASA’nın Goddard Uzay Uçuş Merkezi’nden Glyn Collinson: “Bu sonuç inanılmaz ve şok edici. Bir gezegenin atmosferdeki suyu ya da oksijeni uzaya atacak kadar güçlü bir elektrik rüzgârına sahip olacağını hayal bile edemezdik” diyor.

Yeni çalışmaya göre Venüs’te, kütle çekimine rağmen atmosferden ağır su ve oksijeni atacak kadar güçlü elektrik rüzgârları bulunuyor.

UCL’den Prof. Andrew Coates: “Mars ve Titan’ın yanı sıra Venüs’ten uzaya dağılan elektron ve iyonları inceliyorduk. Venüs’te diğer cisimlere göre oldukça güçlü bir elektrik alanı oluştuğunu ve her yıl 100 tona yakın kütle eşdeğerinde malzemeyi uzaya saçtığını gördük” diyor.

Venüs, büyüklüğü ve yerçekimi bakımından Dünya ile benzerlik içinde olsa da, 460 Santigrad derece sıcaklığındaki yüzeyi su bulunduramayacak kadar sıcaktır. Bu nedenle sıvı sudan ziyade su buharı bulundurur. Dünya atmosferinin 70 katı kalınlıkta atmosferi olması nedeniyle Dünya’ya göre 10 bin ile 100 bin kat daha az su barındırır.

Bilim insanları daha önce Venüs’teki su kaybının güneş rüzgârları nedeniyle olduğunu düşünüyordu. Ancak yeni çalışma kaybın nedeninin elektrik rüzgârları olduğunu gösterdi.

Her gezegenin kütle çekimi olduğu gibi aynı zamanda atmosferinden dolayı zayıf bir elektrik alanı ile de çevrilidir. Kütle çekimi gezegen atmosferinin dağılmasına engel olurken, elektrik kuvveti de atmosferi uzaya doğru genişletir.

Venus Express.
ESA’nın Venus Express yörünge aracı.

Ekip, Venüs çevresinde dolanan ESA’nın Venüs Express adlı araçtaki ASPERA-4 aletindeki NASA-SwRI-UCL elektron tayfölçerini kullanarak Venüs elektrik alanını keşfetti. Atmosferin üstünden dışarı kaçan elektronlar izlenirken, güçlü elektrik alanı nedeniyle doğrultularının değiştiği farkedildi. Üstelik de elektronlar beklenen hızlarla uzaklaşmıyordu. Hız değişimi hesaplandığında Venüs’te Dünya’ya göre en az beş kat daha güçlü elektrik alanı olduğu sonucu çıkarıldı.

“Venüs’te neden bu kadar güçlü elektrik alanı olduğunu bilmiyoruz. Bunun Güneş’e yakın olmasıyla bir ilgisi olabilir. Çünkü Venüs üzerindeki Güneş’ten gelen morötesi ışıma Dünya’ya göre iki kat daha fazladır. Bu değeri ölçmek gerçekten çok zordur ve aldığımız veriler ölçebileceğimiz limitin üst sınırındadır” diyor Collinson.

Elektrik rüzgârları başka bir gezegende de etkin olabilir: Mars’ta. NASA’nın Mars yörüngesindeki MAVEN aracı şu anda Kızıl Gezegen’in atmosferinden ne kadar suyun ve neden kaybolduğunu belirlemeye çalışıyor.

28 Ocak 2023 Cumartesi

Mars’ta Kış Başladı


Mars Yörünge Keşif Aracı’ndaki HiRISE kamerası kumlu tepelerin buzla kaplandığını gösterdi. Mars’taki buz, su buzu ya da kuru buz karışımı olup bahar başlangıcındaki kaybolur. (NASA/JPL-Caltech/University of Arizona)

Mars, kış geldiğinde bir tatil bölgesine dönüşür. Sıcaklığın -123 santigrat dereceye kadar düştüğü kutup bölgelerinde gözlenen küp şeklindeki kar ve buzla kaplı tepeler soğuk mevsimin parçasıdır.

Bir Mars yılı yaklaşık iki Dünya yılı olduğundan Kızıl Gezegenin eliptik yörüngesi kış mevsiminin uzun sürmesine neden olur. Ancak, hava ne kadar soğuk olursa olsun Mars’ın hiçbir bölgesine birkaç metreden fazla kar yağmaz.

Mars’ın kış koşulları yüzeyde çalışan gezginler yardımıyla inceleniyor. Bugüne kadar birçok keşif yapıldı. Bunlardan bazıları:

İki Çeşit Kar

Mars’ta iki çeşit kar yağar: su buzu ve karbondioksit (kuru buz). Mars’ın atmosferi çok ince ve sıcaklığı çok düşük olduğundan, su-buzu yere değmeden süblimleşerek gaza dönüşür. Kuru buz karı ise yere ulaşır.

NASA’nın Jet İticileri Laboratuvarı’ndan Mars bilimcisi Sylavain Piqueux: “Biriken kar üzerinde yürümek için botlara ihtiyacınız olur ancak kayak yapmak isterseniz karın çok biriktiği bir krater ya da uçurum kenarına gitmeniz gerekecektir” diyor.

Kar Yağdığını Nasıl Biliyoruz?

Kar, Mars’ın sadece en soğuk noktaları olan kutuplarda, bulutlarla kaplı yüzeyde ve gecelerde oluşur:. Yörüngede bulunan uzay araçlarındaki kameralar bulutların arkasını göremez ve yüzeyde çalışan robotlar çok soğukta çalışamaz. Sonuçta yağan karın şimdiye kadar görüntüsü elde edilemedi. Buna rağmen bilim inanları kar yağdığını birkaç özel bilim aracından dolayı bilmekteler.

NASA’nın Mars Keşif Yörünge Aracındaki (Mars Reconnaissance Orbiter) insan gözünün göremediği dalga boylarındaki ışığı algılayan Mars İklim Sondasını (Mars Climate Sounder) kullanarak bulut örtüsünün altına bakılabilmektedir. Bilim insanları böylece yere düşen karbondioksit karını tespit edebilmektedir. 2008 yılında NASA’nın Anka Kuşu (Phoenix) yüzey aracı Mars’ın kuzey kutbunun 1600 kilometre yakınına indi. Araç yüzeye inen su-buz karını tespit etmek için lazer aletini kullandı.

Kübik Kar Taneleri

Su molekülleri donduğunda birbirilerine bağlanma şekilleri nedeniyle altı kenarlı şekil oluşturur. Aynı durum tüm kristaller için geçerlidir: Atomların dizilimi kristal şeklini belirler. Karbondioksit söz konusu olduğunda kuru buz molekülleri dörtlü şekilde bağlanır.

HiRISE aracıyla bir kraterin güneş ışığı almayan kenarında buz görüldü. Gözlenen kuru buz mavi renkte parlamaktadır (NASA/JPL-Caltech/University of Arizona).

Piqueux: “Karbondioksit buzunun dört simetrisi olduğundan kuru buz kar tanelerinin küp şeklimde olacağını biliyoruz. Mars İklim Sondası yardımıyla bu kar tanelerinin insan saçı kalınlığından bile daha küçük olacağını söyleyebiliriz” diyor.

Don Yüzey Robotları İçin Tehlikeli

Su ve karbondioksitin her biri Mars’ta don oluşturabilir ve her iki don türü de gezegenin tümünde görülür. Viking araçları 1970’lerde yüzeye inip Mars’ı incelediklerinde su donunu gördüler. NASA’nın Odyssey yörünge aracı ise sabah güneşinde buz oluşumunu ve süblimleşmeyi gözlediler.

 Baharın gelmesiyle yüzeydeki buz erimeye başlar altındaki koyu renkli kumulları ortaya çıkarır. Farklı desenli yüzeyler ilginç görüntüler oluşturur. (NASA/JPL-Caltech/University of Arizona)

Kışın Ardından

Belki de en muhteşem keşif kış sonunda, biriken tüm buzun “erimesi” ve süblimleşip atmosfere karışması ile geldi. Yüzeyde örümcek ağları, Dalmaçya lekeleri, sahanda yumurta ve İsviçre peynirini anımsatan tuhaf ve güzel şekiller görülür.

“Erime” aynı zamanda gayzerlerin patlamasına da neden olur. Yarı saydam buz güneş ışığının altındaki gazın ısınmasına ve sonunda gazın patlayarak yüzeyde tozların kalkmasına neden olur. Bilim insanları Mars rüzgârlarının hangi yönde estiğini belirlemek için bu toz hareketlerini incelemektedir.

Baharın gelmesiyle buz altındaki yüzeydeki gaz ısınarak gayzerler oluşturur. Geriye koyu renklerle görülen izler bırakır (NASA/JPL-Caltech/University of Arizona).

Nibiru gezegeni ve göksel varlık Annunaki'ler.


Nibiru gezegeni ve göksel varlık Annunaki'ler.

İlki 19'cu yüzyıl kuzey Irakta bulunan çivi yazım özelliği olan yazıtların çevrisi yapıldıktan sonra  Sümerlerle ilgi bilgiler edinmeye başlanmıştı. 20'ci yüzyılda ise bulunan yazıtların tamamı okunmuş lakin bildiğimiz dinsel ve tarihsel tabuları ters yüz edebileceği kuşkusuyla o dönem kısmi olarak bilgiye sansür uygulanmıştı. Çağımız araştırmacı bilim insanları Sümerler ile ilgili edindikleri bilgilerden bu uygarlığın seviye olarak zannettiğimizden daha ileri olduklarını ve bu uygarlık insanlarının köklerinin daha derinlerde olduğunu artık rahatça söyleyebiliyorlar.
Bu ileri seviyeli uygarlık ile ilgili bazı araştırmacı bilim adamları biraz daha ileriye giderek bilim kurgusal anlatımlarla değişik düşüncelerini ortaya atmışlardı.
Bu araştırmacılar inançların yeryüzünde ilk oluştuğu tarihte, Sümerlerin yazıyı, sanatı, hukuku, tarımı, gök bilimini mezopotamya ya getirdikleri dönemde inanç önderleri olan Annunaki'lerin bu dönemlerde dünyanın dörtbir yanına yayıldıklarını iddia ediyorlar.
1922 Azerbaycan Bakü doğumlu, 2010'da vefat eden Rus asıllı Abd'li arkeolog Zecharia Sitchin ise Sümerlerin ileri uygarlık buluşlarını yapmadan önce insanlardan daha üst düzeyde olan varlıkların uzaydan dünya ya geldiklerini, bunların isimlerininde Annunaki'ler olduğu iddiasında bulunmuştu.
Bu kuramı onaylayan Abd Tulan üniversitesinde felsefe profesörü olan Michael Zimmerman, Annunaki'leri kast ederek ;  "Eğer güneş sistemimize bizden önce ve bizden daha ileri düzeyde varlıkların geldiklerini göz önünde bulundurur isek, tarihi algılarımızı ve  nereden geldiğimizi tekrar yeniden düşünmemiz gerekir " diyor !!!
Sitchin gibi araştırmacılar delil olarak 4500 yıllık silindir damgalarda göksel valık olduklarına inandığım Enlil, Ninlil, Enki ile ilgili damgalara kazınmış resimleri ve anlatılan doğa üstü öyküleri gösteriyorlar.

Bir damgada ilginç olan ise güneş çekim düzeninin günümüz biliminin kabul ettiği konuma göre resmedilmiş olmasıydı.
Ortada güneş ve  aynı yörüngede bulunan ve etrafında dönen 9 gezegen, yörünge dışında 2 ayrı gezegen ve  önde Enlil, arkasında Enki'nin Tengri Anu huzuruna çıkışlarını gösteren  kabartmada Enlil'in önünde birde 12'ci gezegen bulunuyordu.
Zecharia Sitchin gibi araştırmacılara göre dokuz yerine damgalara 12 gezegenin kazınması onlara göre nibiru isimli bir gezegenin var olduğuna ve 3600 yılda bir dünyanın yakınından geçtiğine  delildi.
Sitchine göre eski zamanlarda mars ve jupiter arasında tiamat isimli bir gezegen daha vardı. Nibiru isimli bu meşhur gezegen 400 bin yıl önceki geçişinde tiamat ile çarpışmış, parçalanan tiamat gezegeninden dünyamız meydana gelmişti. Bu çarpışmadan hasar görsede nibiru belli bir zaman diliminde güneş düzeni çekim alanına giriyor, 3600 yılda bir dünyanın yakınından geçmeye devam ediyordu.
Annunaki'ler olarak isimlendirdikleri gelişmiş üstün zeka seviyeleri olan uzaylı göksel varlıklar, dünya ya bu dönemde inmişler, zeka seviyeleri düşük olan insanları dölleyip, kendi genlerini vermişlerdi.
Sümer damgalarından edindindikleri bilgilerle düşüncelerini savunan bu insanlar kuramlarında, Sümerlerin bilimsel ve dinsel olarak bu denli gelişmiş olmalarını nibiru gezegeninde bulunan üstün varlık Annunaki'lerin dünya ya gelişleriyle başladıklarını iddia ediyor, Anu/An/Tengri inancının dünya ya yayılmış olmasını ve pagan diye adlandırılan inançlarda da etkilerinin görülmesini Annunaki'lerin diğer bölgeleride istila etmiş olmalarına bağlıyorlardı.
Bu insanlara göre  enlemesine geniş yörüngesinde diger gezegenlerin aksine ters yörüngede dönen nibiru 3600 yılda bir güneş düzen yörüngesinde dönen gezgenler devranına giriyor ve dünyanın yakınından geçiyordu.
Dünyanın yakınından geçen bu gezegenden üstün özelliklere sahip üstün varlıklar dünyaya iniyorlar, dünyada kaldıkları süre içinde insanları uygarlaştırıyor, bilim öğretiyor, neye inanıp inanmamalarını öğütlüyorlardı.
Gerçekteden buna benzer olgular Sümer yazıtlarında anlatılmakta.
Bu insanlara göre dünyadaki insanlarıda bu üstün varlıklar var etmiş veya döllemişlerdi.
Sümer yazıtlarında, dünyada insan yok iken dünya dışı varlığın veya varlıkların insanları yarattığı yazılmış olmasından yola çıkan birazda bilim kurguyla romantizm katan bu insanların iddialarında gerçeklik payı yokta değil.
Sümer yazıtlarında bu varlıkların dünyaya defalarca gelerek insanları bilgilendirdiği yazması  Zecharia Sitchin ve Zimmerman gibi insanlar için Annunaki'lerin nibiru'dan tekrar dünyaya geleceklerine delildi.

Babillilerde okyanusların tuzu ve dünya oluşumunu oluşturan madde anlamında kullanlıan "Tiamat" sözcüğü kök olarak Sümerce "Ti" (yaşam) ve "Ama" (Ana/Anne) sözcüklerinden gelmekte. Sümerce olan bu sözcüklerin bileşiminden "yaşam ana" anlamı çıkıyor.
Babillilerden Tehom olarak Tevrata da giren Sümeri Tiamat sözcüğü bu inançta, uçsuz derinlik, sonsuz felaket anlamına geliyor. Babil anlatımlarında genç tanrılarla savaşta kocası Absu'yu kaybeden Tiamat tekrar yaşamı ele geçirmeyi deniyor lakin Enlil engel olup evreni kurtarıyor. Daha sonra Marduk rüzgar oklarıyla Tiamat'ın boğazını kesiyor, sonrada Tiamat'ın bedeninin alt kısmıyla  dünyayı üst kısmıylada gökyüzünü yaratıyor.
Ön Türk Sümer kökenli olan Babil anlatımınının izlerini Tevrat, yaratılış 1:2-3  bölümünde de görmekteyiz. Tevrat anlatımında dünya karanlık ve sonsuz felaket içindeydi, Tanrı "Elohim" = ( Tanrı'lar !!!)   nefesleriyle yükselen suları durduruyorlar, dünyayı bir feklaketten
kurtarıyorlardı !!! Bu anlatımı daha bir derli toplu olarak Musa'nın  kızıl denizi ortadan yarması, İsrailoğullarının rahatça denizi geçişi ve Mısır ordusunun boğulmasıyla sonuçlanan İsrailoğullarının Tanrı tarafından kurtarıldıkları öyküsünün anlatıldığı Tevrat isaïe 11:15 bölümünde de görüyoruz. Eski yazıtlar ve Tevratta anlatılan göksel savaş imgeli bu efsanevi yaratılış öykülerini Zecharia Sitchin gezegenler ve evrenin oluşumu olarak algılıyor ve gerçek anlamda evrenin yaratılışı ve gezegenlerin oluşumu olarak kitaplarında anlatıyordu.
Tengri inancının dilsel anlamına göre  "An nu na(ki)" tümcesinden sonsuz maviliğin tek hakimi olan "An" ancak yeryüzünde temsilciler seçer anlamı çıkıyor. İnançsal anlatımlarda An'ın gönderdiği göksel varlıklar insanlara uyulması gereken kuralları "ki"ye (yer yüzüne,"Ki"reye,Kü'reye) inerek söylüyorlar, İslami anlamda bir nevi vahyi ediyorlardı.
An'ı sadece gözyüzü olarak okuyan,(belkide işlerine öyle geliyor !!!) Sitchin gibi insanlar Sümerce Annunaki tümcesini gökten gelenler olarak çeviriyorlar !!! Oysa tümcenin başındaki "An" sözcüğü Sümerlerde sonsuz maviliğin tek hakimi, yaratıcı mutlak varlık Tengri anlamına geliyor.
Sitchin kuramını savunan insanlara göre Annunaki'ler gezegenlerinde ihtiyaçları olan altın gibi yaşamsal ihtiyaçları olan madenleri dünyadan çıkarabilemek için genlerini vererek uygarlaştırdıktan sonra köleleştirdikleri insanları güney afrikadaki madenlerde çalıştırmışlardı.

Sitchin'nin dayanağı olan bu görüşü Sümer yazıtlarında şu biçimde geçiyor;
Tanrı'nın altında olan büyük göksel varlıkların günlük hizmetlerini gören işçi Gigi'ler işlerinin yoğun olmasından dolayı okyanusların ve bilgeliğin kağanı olan Enlil'den yardım istiyorlar. Enlil ölmüş bir göksel varlığın kanıyla yoğurduğu toptaktan Gigi'lerin yükünü hafifletmek için insanı yaratıyor. Ölmüş Tanrı kanından yaratıldığı için insana tanrısal zekanın oluştuğuna inanılıyordu Sümerlerde.
İnsanın benzer yaratılış öyküsünü eski ahit Tevrat'ta ve Kuran'da da görmekteyiz.
Tevratta Tanrı insanı çamurdan yaratmış burnundan da kendi ruhundan üflemiş can vermişti.
Kuran da ise Allah insanı çamurdan yaratmış, kendi ruhundan üfleyerek can vermişti.

 

Bu insanlara göre düşünen insan anlamına gelen bizim gibi homo sapiens ve başka bir insan ırkı olan homo neandertallardan önceki insan ırkı olan homo eractüsleri dölleyen, bu seviyeye gelmemizi sağlayan nibiru gezegeninden gelen Annunaki'lerdi !!!
13.8 milyar yıl önce  büyük patlamayla başlayan evrenin oluşumunda 4.5 milyar yıl önce gezegenler, 3.8 milyar yıl öncede dünyada yaşam oluşmaya başlamıştı. Sitchin gibi nibiru'nun tiamat'a  çarpmasıyla dünyanın oluşumunu savunan insanlara göre bu çarpma sonucundan hemen sonra hava boşluğu, oksijen, su, mineral ve madenlerin oluşmasından hemen sonrada yaşam oluşmaya başlamış ve nibiru'nun 3.600 yıl sonra tekrar geçişine kadar homo eraktüsler dünyaya yayılmışlardı !!!
Oysa belli bir sürecin geçmesiyle oluşan yer kürede yaşamın oluşumu bu kuramın pek doğru olmadığını gösteriyor, dünyada yaşam oluşmasını sağlayan ve bedenimizde de taşıdığımız yaşamsal mineral ve enzimlerin uzaydan gelmiş olduğu gerçeği olsada bu kuramda bir çok soru yanıtsız ve askıda kalıyordu. Üstelik yaşam oluşmasını sağlayan maddeler tiamat gibi bir gezegenden değil, süper nova/yıldız-güneş patlaması sonucu dünyaya yüzbinlerce yıl süren toz ve göktaşı  yağmurlarıyla gelmişti.
Ömrünü tamamladıktan sonra ağırlaşan ve büyüyecek olan güneşimiz patlayacak ve yaşadığımız evren yok olacak. Fakat patlayan güneşimizin başka bir gezegende yaşam oluşumuna ihtiyaç olan maddeleri toz yağmurlarıyla verecegi için yaşamın başka gezegenlerde devam etmeside bu bilgilerden edindiğimiz ihtimaller arasındadır. Çünkü dünyamızdaki yaşamda patlayarak yok olan bir güneşten gelen maddelerle oluşmuştu.

Tarihe 1930 yılında keşfedilmiş olarak geçen  pluton gezegenini sümerler 4500 yıl öncesinde damgalarına kazımış olmaları doğruysa bu gerçekten ilginç, üzerinde durulması gereken bir bilgi.
Teleskopların keşfedildiği 17 yy'dan önceki tarihte insanların mars, venüs, jüpiter dışındaki gezegenleri çıplak gözle görmelerinin imkansız olması, Sümer damgalarındaki gezegenlerin resmedilmiş olmasını dahada ilginçleştiriyor.
Sümerlerin uranüs gezegeni ile ilgili  verdikleri bilgiler günümüz bilim bulgularıyla neredeyse aynı.
Oysa sümerler zamanında teleskop yok idi.
Sümer yazıtlarında uranüs gezegenine bir cismin çarptığı yazılı.
Uranüse bir gök cismi çarpması sonucu yörüngesinin değiştiğini Nasa da doğruluyor !!!
Sümerler neptün gezegeninin yeşil/mavi olduğunu yazıtlarına yazmışlardı.
Çağımız insanı ise daha yeni  öğreniyor. Sümerler uranüs ve neptün'ün varlıklarını biliyor olma ihtimali gerçektende ilginç !!!  Oysa bu gezegenlerin keşif tarihi olarak 1781'la 1846 yılları verilmektedir. Güneşe en uzak gezegen olan pluton'un bir gezegenmi veya büyük bir göktaşımı olduğu hala günümüzde tartışma konusu. 2006 Prag'da bilim insanları pluton'un çok küçük olmasından dolayı gezegen konumundan çıkartarak yeni bir tanımlama olan plutoide ismini verdiler.

Bilim kurgu üzerine odaklanmış Sitchin gibi insanların niteledikleri üstün varlık Annunaki'ler, "An-nu-na-" tümcesi anlamına ters düşmektedir.
Çünkü bu tümcenin anlamından, yerin, göğün ve sonsuz maviliğin tek hakiminin ancak Tengri olduğu anlamı çıkıyor.
Tek hakim Tengri'ye vurgu olan bu tanımlamadan çoğul tanrılar çıkarmak imkansızdır.
Konularında uzman olan Kramer, Landsberger gibi Sümer tarihi ve dili uzmanı Asurologlar sonsuz mavilik anlamına gelen An/Anu sözcüklerini en büyük Tanrı, diğer varlıkları ya alt tanrılar yada An/Anutu /Anu'nun emrinde olan göksel varlıklar olduklarında hem fikirlerdir
Bana göre Sitchin gibi Sümer inancını araştıran bu insanların bulgularında gerçeklik payı var, lakin  bilimsel verilere sırt çevirip ve yanlış açıdan baktıkları için gerçeği bütün olarak görememişlerdir, yada kendilerinden  söz ettirmek için bilinçlice aksi kuramları savunmuşlardır.
Bir maymun türü olan şempanzelerle %98 ortak gen taşıyan insan gen yapısı M.ö. 1 milyon yıllarında var olmuş, varlıkları M.ö. 300 binli yıllarda son bulmuş başka bir insan türü olan homo eractüslere gensel olarak daha yakındır fakat 3-4 bin yıl önce insanları dölledikleri için genlerini değiştirenler oldukları iddia edilen Annunaki'lerin hiç bir gen izine ranstlanılmamıştır !!!
Bilimsel gerçekler olan bu veriler bize Sitchin ve Zimmerman gibi insanların kuramlarının doğru olmadığını gösteriyor.
Sitchin'e göre güneş düzeni içinde olan, çok excantrique/merkeze çok uzak ters yörünge izleyen bu gezegen 3600 yılda bir dünyanın çok yakınından geçiyor, her geçişinde denizlerin taşmasına, tufanlara hatta kutupların yer değiştirmesine neden oluyor. Bu geçişlerde  nibiru'daki varlıklar dünya ya iniyorlar, yok olmakta olan gezegenlerini kurtarabilmek için dünyadaki altınları alıyor, tehlikede olan gezegenlerini  korumak için altın tozlarını atmosfere püskürtüyolar !!!
2010 yılında vefat etmeden önce baştan Sitchin 2012 yılında nibiru'nun tekrar geçeceğini söylemiş, bilimsel olarak bunun pek mümkün olmayacağını bildiği için geçiş tarihini ileri atarak 2085 yılında geçeceğini daha sonra iddia etmişti.
Çıplak gözle mars ve venüs gezegenleri görüle biliyorken dünyanın 4/5 katı büyüklüğünde sürekli yaklaşan, yakın zamanda çok yanımızdan geçeği iddia edilen, çıplak gözle bile görülmesi gereken bir gezenin ileri teknolojilerle üretilmiş teleskoplarla bile görülememesi bu kuramın tamamen saçmalık olduğunu gösteriyor.
Zecharia Sitchin gibi bilim insanları nibiru olarak isimlendirdikleri gezegen anlatımlarında bazı Sümer inanç olgularını gözardı ediyorlar.
Sümer kenti Ur'da "Nanna" isimiyle ay Tengriye inanılıyor olması "ay"ı ve diger gezegenlerin uydularınıda gezegen olarak saymış olmaları ihtimaller arasında.
"Kardeşler kenti " olarakta bilinen Ur kent ismi ve  Nanna sözcüğü  bileşiminden "Kardesler kenti Tanrı'sı" anlamı çıkmaktadır.
Mö 2150 yıllarındaki yazıtlarda bilim adamları Sümerlerin tam manasıyla Nanna sözcüğünün kök anlamını unuttuklarını Nannu sözcüğünü "Na an na" olarak ayırarak "göğün taşı veya göğün insanı anlamları çıkardıkları  bilgisine ulaşmışlardı.
Daha sonraki dönemlerde sami dillerinin kökenini oluşturan eski aramice konuşan Akadlar bu ismi Nannaru olarak ay'ın tanrısı ve  "aydınlık" anlamında kullanmaya başlamışlardı.
Bana göre nibiru gezegeninin  ismi köken olarak Sümerlerde Nanna, Akadlarda Nannaru'dan türetilmiş olması daha gerçekçidir.
Milyonlarca ışık yılı uzaklığında bulunan süper novaların varlığını keşfeden bilim insanları 3600 yılda bir dünya yakınından geçen, ters yörüngede dönen bir gezegenin varlığını saklamış olmalarının mantıklı bir açıklamasıda yoktur.
3600 yılda bir dünya yakınından geçen nibiru'nun 4 bin yıl içinde hiç kimsenin görememesi ise bu bu kuramı tamamen zayıflatıyor.
Nibiru ve Annunaki kuramını ileri süren  insanlarının göz ardı ettikleri bir gerçek daha varki bu kuramın tamamen akıl ve bilim dışı olduğunu gösteriyor.
Anu'nun bir uygarlık olarak orta asyada  Sümerlerden önce, Sümerlerinde burdan göç eden insanlar olduğundan  galiba bilgisi olmayan Sitchin gibi bazı araştırmacılar bu nedenlerden dolayı kuramlarını  yanlış zemine  oturtmuşlardı belkide.
Çünkü Anu'nun kalbi Türkmenistan karakum buluntuları olan devasal Göksuri uygarlığı kent ve bu kent mezarlıklarında yapılan kazılar,  Anu uygarlığını buradan göç eden Sümerlerden binlerce yıl önceden oluştuğunu gösteriyordu.
Karakum buluntularının yeni olması, buluntularda yapılan çalışmaların  tarih bilimine sunulması Zecharia Sitchin'in yaşamının son dönemlerine denk gelmesinden dolayı geniş açıdan bakmasına belkide engel olmuştur diye düşünüyorum. Sümer yazıtlarında da öyküsü anlatılan  Etana/Atana Göksuri uygarlığında  soyunu devam ettirebilmek için Tengri'den (Absu) yaşam suyunu aldığı damgalarda görselleştirilmişti.
10 binlerce yıl öncesinden kalma yüzlerce Tengri heykelcikleri yanında tapınılan nesne olarak görülmeyen birkaç Atana heykelcikleri bulunmuş, Anu'da kadın olarak betimlenen Tengri heykellerinden hariç tapınılan nesne olarak hiç bir insana tanrısal olgular verilmemişti.
Tengri'yi  simgeleyen  mükemmel güzellikte ve incelikte yapılmış heykelciklerden hariç mezarlara başka hiç kimsenin heykeli veya betimlemesi konulmamış, sadece ölen insanların günlük yaşamlarında kullandıkları eşyalar öbür yaşamlarında da  kullanılabileceği inancıyla ölen kişiyle beraber kurgana (korunulan yer) gömülmüştü.
Sümerler böyle bir uygarlıktan, tek Tengri inancının hakim oldugu Anu'dan  güney Irak'a göç etmişler, burda kurdukları uygarlıklarıyla diger inanç ve uygarlıkların temel kaynağı ve insanlık gelişim tarihinin başlangıcında mihenk taşı olmuşlardı.
Diğer Sümer kağanları gibi  tarihi kişilikler olmayan Enlil,Enki,Ninlil  iyi incelendiğinde bu varlıkların ne bir kağan nede  alt tanrılar olmadıkları görülecektir. Enlil, Sümer yazıtlarında bilge, seçkin kişilik olan, insan, türemek, tohum anlamına gelen "Nu" ünvanlı Ziusudra/Nuh'a Tengri'nin bir tufan başlatacağının haberini vermiş ve bir gemi yapmasını  söylemişti.
Tufan öykülerinin anlatıldığı yazıtta Enlil Tengri ile Tengri'nin seçtiği bazı insanlar arasında aracılık yapan, Tengri'nin hizmetinde olan bir göksel varlık olduğu bana göre daha gerçekçi ve anlamlıdır.
Enlil'in isminin son ekindeki lil(yel) sözcüğü sadece rüzgarı değil, dünya ve uzay boşluğunu ve göksel anlamları içerdiği için Tengri arasında iletişimi sağlayan aracı melek/göksel varlık diyebiliriz.
İsminden de anlaşılacağı üzere isminin son "ki" ekinin yerden anlamına gelen Enki ise yeryüzü, dünya düzeniyle ilgilenen Tengri'nin tayin ettiği varlık olduğu görülmektedir. Sümer Tengri inancındaki bu göksel alt varlıklar olan Enlil, Enki, Ninlil olgularını semavi  inançlarda da dört büyük melek olduklarına inanılan göksel varlıklar isimlerinin son ekleri "il" ve ibrahim peygamberin Halil isminin son eki lil" ekinde de göksel anlamına gelen "lil" sözcüğünü görmekteyiz.

Sümerler Mö 2600'lü yıllarına kadar "aydınlık" tanrısı olduğu  iddia edilen ay tanrısı Ud sözcüğünü yazarkan Dingir/yıldız ekini koymuşlar, aydınlık anlamına gelen Ud sözcüğünü güneş içinde kullanmışlardı.
Dingir/Tengri eki ise sonsuz mavilik anlamına geldiği için güneş,  ay veya diğer gezegenlerle beraber yazılmasından değişik tanrılar değil, aslında güneş ve ay da dahil  sonsuzluğu, sınırsızlığı ifade eden tanımlamasıyla ay güneş gibi görünen, görünmeyen bütün varlığında Tanrı'sının Dingir olduğu anlamları çıkıyor.
Sümerce Dingir, eski Türkçe Tengri yeni Türkçe de Tanrı sözcüklerinin anlamı sonsuz mavilik olarak sadece An'a vurgudur.
Bu nedenden dolayı Tengri sözcüğü  sonsuzluk tanımlamasıyla ilahi güç olan mutlak varlığa vurgudur.
M.ö. 2600'lü yıllarında Sümerler UD sözcüğünden ID tanımlamasını türeterek dolunayı ve yılların 12'ye bölünmesi olan ay takvimi anlamına gelen bu sözcüğü kullanmaya başlamışlardı.
M.ö. 2000'li yıllarda ID tanımlaması "ot uz" olarak değistirilmiş, ay takviminde bir ay'da 30 gün olmasından dolayı ay'ında 30 tanrısı olduğu inancı bu dönemde  yayılmaya baslamıştı.
M.ö. 2150 yıllarında  sümer kenti Lagas ve Girsu da bulunan yazıtlar hakkında  bilim insanları Sümerlerden sonra Akadlarda "Sin" olarak ay tanrısına dönüştürülen Zu-En sözcüğünün "Dingir En-Zu" olarak yazılmış olması karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.
Çünkü bu sözcük "Bilge Tengri" anlamına geliyordu ve hiçbir nesnel vurgu yoktu !!!
Günümüzde dünyada konuşulan bütün dillere girmiş ve bir çok sözcüğün kökenini oluşturan, yaşam veren sıvılarda katalizör oluşum anlamını anlatan "Enzim" sözcüğü ön Türkçe Sümerce En-zu/ Bilge Tengri sözcüğü kökenlidir.
Bazı  araştırmacı bilim insanları bazı nesne ve olgulara vurgu olan isimlerin Sümerlerden sonra değişik tanrılara dönüşmesinden dolayı Sümerlerinde değişik tanrılara inandıkları iddiasında bulunmuşlardı haklı olarak.
Lakin  Sümer yazıtlarında "Dingir En-zi" tanımlamasını bir kalıba sığdırılamaktadır...
Çünkü çoğul tanrıların olduğu anlayısına ters, zıt bir anlayıştı bu olgu.
En-Zi isimli ne bir kişi nede  nesnel  bir olgu Sümer tarihinde yoktu.
Bu sözcüğün kök anlamından yaratılmamış, sonsuz olan tek ilah Tengri yaşam verir, yaşamı veren Tengri anlamları olmasından dolayı Sümerlerin Türkistan Anu'da olduğu gibi ilk başlarda tek bir Tengri'ye inanıyorlardı diyebiliriz.
Akadlar ve Hititlerin aksine eski Sümer yazıtlarında bu olgular işlenmişti.
Bu da bize Sümerler bazı dönemlerde inançlarının yozlaşması sonucunda değişik ilahlara tapınmış olduklarını ve Sümerlerden sonra oluşan Akad uygarlığında Sümeri kağanlar ve göksel varlıklar olduğuna inandığım varlıkların bir kısmının ismi değişikliğe uğratılarak değişik tanrılara dönüştürüldüğünü gösteriyor.
Dingir yazılmayan yerlerde isim ve olguların değişik tanrılar olduğuda çok tartışılır, çünkü bunlar Tengri'nin altında, Tengri'nin emrindeki varlıklardır, Tengri'nin altında, Tengri'nin yarattığı varlıklara Tengri'den bağımsız tanrılar olduklarını iddia etmek, sonsuzluk ve mutlak yaratıcı tek güç olduğuna inanılan Tengri inancına zıt bir anlayıştır .
Edindiğim bilgilere göre Tengri'nin altındaki varlıklar Tengri'nin emrinde göksel varlık melekler veya Tengri'nin yeryüzü temsilcileri olan kağanlarıdır.
Bu inanç içinde  ilk kağan Etana/Atana ise Tengri'nin bir kuludur ve Tengri'den yardım almak için binek üstünde Tengri katına çıkan ilk insandır. Anu uygarlığındaki damgalarda bu konular resmedilmişti.
Akadlarda aşk tanrıçasına dönüştürülen İn Anna'nın eşi Dumuzi ile birbirlerine söyledikleri deyişlerde İn Anna Dumuziye Kuli Anna diye hitap ediyor. "Kuli" sözcüğünü günümüz Türkçesinde Allah'ın "Kul"u  anlamında kullanıyoruz. Sümerce  bu ünvan Tengri'nin/An'ın dostu anlamına geliyor olmasına rağmen Akad ve Babillilerde Dumuzi en büyük tanrılardan olan Tammuza dönüştürülmüştü !!!
Açıkcası Sümerlerin son dönemleri ve sonrası Akadlarda Tanrı olmayan, olamayan ilk kağan Etana/Atana'nın soyundan olan kağanlar mezopotamya, ortadoğu ve bu uygarlıklarla ilintili ulusların en büyük tanrıları olmuşlardı.
Bazı dönemlerde  insanların bu kağanlara ilahi özellikler yükleyerek ilah olarak tapınmış olmaları bu insanların tanrılar olduklarını göstermez, aksine bu Tengri inancının insanlar tarafından sonradan yozlaştırılmış olduğunu gösterir.
Tengri'nin altındaki varlıklar olan kağanların  isimlerinin önüne ve arkasına Tengri'ye vurgu Dingir sözcüğü ve yıldız  görseli eklenmiş olsaydı bu varlıklarada tanrılar diyebilirdik.

Örneklersek ,Enlil isminden  Yelin/uzay boşluğunun piri, efendisi anlamı çıkıyor.
En sözcüğü sümerce Pir, iye, sahip örnek alınan, uyulması gereken kişi/varlık anlamlarına geliyor.
Lil sözcüğü ise az bir değişikle günümüz Türkçesinde Yel tanımlamasına dönüşmüş olarak rüzgar ve uzayı olusturan boşluk anlamlarına geliyor.
Bu sözcüklerin bilesiminde  Enlil isminin ne anlama geldiğini bilmek çokta zor degil.
Enlil gibi diger Sümer kağanlarının isimlerinin önüne veya arkasına neden Dingir eki eklenmediği iyi kavranmalı.
Enlil,Enki,Ninlil gibi varlıkların Tengri ile insanlar arasında iletişimini sağlayan göksel varlıklar oldukları bana göre daha gerçekçidir.
Tarihte yaşamış kağanlar olarak ismi geçen Sümeri kişilerin tanrılar olmadığınıda bilmek zor degil.
Çünkü  Ziusudra/Nuh peygamber gibi kağanları bilgilendiren, Tengri'den uyulması gereken kuralları getiren Enlil gibi göksel varlıklar vardır.

Sümerler ve akadlar konusunda en büyük uzman kabul edilen Kramer, Sümer çivi yazılarını çözen kişi olarak Sümerce çevrilerine baş vurulan temel kaynaktır.
Tarih Sümerde başlar isimli eseri antropolog, tarihci ve dil bilimcilerinin üzerinde çalışmalar yaptıkları baş yapıttır.
Yurdumuzda bile arkeolojik kazıları yöneten ve yönlendiren yabancı bilim insanları alanda toz, toprak içinde harıl harıl çalışırken bizimkilerde acep ne bulunmuş diye gazete başlıklarını takip ediyorlar.
Günümüzde bilim insanı olarak başvurduğumuz kişilerin yavan ve basit tarih anlayışlarından birşeyler öğrenmek pekte mümkün olmuyor.
İnsan ve insanlık tarihini ve köklerini araştırmakla yükümlü olan bu insanlar antik yunan uygarlığı üzerine yazılmış makaleler gibi batı uygarlığı üzerine yazılmış metinleri Türkçeye çevirmekten başka birşeyde yaptıkları yok.
Oysa Türklerin İslamı kabul etmeden önceki dönemde emevi araplarla süren savaşlarda uğradıkları katliamların anlatılmadığı, gizlenen, karanlıkta bırakılan, üstü kapatılması istenen uzun bir dönem var !!!
Batılı bilim ve tarih insanlarının kendileri ile ilgili yapıtlarını okuyup bunları gazete köşelerinde ve tv ekranlarında eglenceye dönük söyleşilerde anlatmak daha kolaylarına geldiği için kafa yormak pekte işlerine gelmiyor.
Bunlar birde  toplumu yönlendiren, aydınlatan  araştırmacı, tarihçi sıfatlı kişler oluyorlar !!!
Toplum, bizi biz yapan binlerce yılın süzgecinden geçerek oluşmuş, örfünü , adetlerini, ruh'unu kaybetti. Bu sözde tarihçiler ise show/eğlenceye dönük söyleşilerde masal anlatmaya devam ediyorlar.
Dünya insanı gibi bulgularından fazlasıyla yararlandığım Kramer'in Sümerlerle ilgili tespitlerinde Sümerlerde yaratılış şu şekilde özetleniyor;
-Sümerlerde Ana olarak betimlenen ve kabul edilen Tanrı sonsuzdur ,yaratılmamıştır ve Tektir.
-Bir birine yapışık olan göğü ve yeri o yaratmıştır.
-Bu iki nesne arasında gaz sıkışmasından doğan basınç gücü sonucu  yer ve gök birbirinden ayrılmıştır.
-Bu gazlı nesneye Tengri'nin kendinden bir parça vermesi ay'ın oluşmasına neden olmuştur.
-Göğün ve yerin ayrılmasından sonra yeryüzü, bitkilerin oluşmasına ve hayvanların yaşamasına uygun hale gelmiştir. Yeryüzünde yaşamsal nesneler olan bütün canlılar su, toprak ve havanın birleşmesi sonucunda güneşin devreye girmesiyle hayat bulmuşlardır.

Şu bir gerçekki bir kısım siyasi, din ve bilim adamları bazı gerçeklerden rahatsız oluyorlar.
Bazıları ise bilinçli olarak gerçeklerin üzerini kapatma çabasındalar.
Azınlıkta olan bu saplantılı insanları rahatsız eden iki gerçek vardır.
Birincisi, Sümerlerle ilgili bütün bulgular Türkistan, Anu uygarlığından mezopotamyaya getirilmiş dinsel,örfsel olgular olmasıdır.
Anu'dan mezepotamya ya 8 bin yıl önce göç etmiş Sümerler ve günümüz Türki topluluklarla aralarından bunca kopuk zaman geçmesine rağmen yüzlerce sözcüğün aynı anlamlarla kullanılıyor olması Sümerlerin insanlık taş devrini yaşarken mezopotamya da ileri uygarlık kuran, insanlığın gelişmesinde en temel topluluk olmasından ve bunların ön Türkler olması Hint-Avrupa dilini konuşan uluslardan başka üstün uygarlıkları başka ulusların kurmuş olmalarını mümkün görmeyen bir kısım batılı aryanist ırkçısı siyasi ve bilim insanlarını rahatsiz ediyor.
Bu nedenlerden dolayı Sümerlerin etnik kimliklerini ve konuştukları dilin hangi dil bütünlüğünde olduğunu gizlemeye çalışıyorlar.
Günümüz Türkçesiyle en az 300 sözcüğün Sümerler tarafından da kullanılmış olmasına rağmen Sümerceyi arkaik/ölü dil konumuna  koyuyor, Türki dillerin temel özelliğini gösteren  eklemeli yazım özelliğini kullanmış olmalarını göz ardı ediyorlar.
Arapcadan, Farscadan, Fransızcadan alıntılanan sözcüklerle kirletilmiş olan günümüz Türkçesiyle bile Sümerce bir çok sözcüğün ne anlamlara geldikleri üç aşağı, beş yukarı anlaşılması karınlarını ağrıtıyor.
Bu insanlar önceleri hiç bir bilimsel veri göstermeden Sümerlerin Hint-Avrupa dilini konuşan topluluk olduklarını söylediler lakin bu tahrifat ve yalanlarını artık hiç kimse savunacak durumda değil.
Sümer ve Akad  dili ve tarihinde en büyük uzman olarak kabul edilen Kramer "Tarih Sümerde başlar" isimli eserinde gerçekleri yazarak bu tür saçma iddialarda bulunan insanların kuramlarını paçavraya çevirmişti.
İkinci neden ise Sümer Tengri inancıdır.
Biraz bilim kurgu romantizmiyle nibiru efsanesi üzerine odaklanmış insanların Sümerlerin inançsal olgularını işlemeleri bile sümer inancı konusunda gerçek bilgi veriyor.
Yanıldıkları noktalar Anunaki'ler olarak dünya ya üst düzey varlıkların gelmesini kalu beladan beri var olan Hak inancı olduğuna inandığım Tengri ile insanlar arasında aracılık yapan göksel varlıkları dünya dışı uzaylılara bağlamaları gibi  yukarda anlattığım ayrışmaları var.
Önceki yazılarımda defalarca dellilendirdiğim gibi Tengri inancından etkilenmeyen inanç yok gibidir. İster yozlastırılmamış
haliyle, ister özünden uzak yozlaşmış haliyle olsun sonraki dönemlerde oluşan uygarlıklar mutlaka etkilenmiş ve inançlarını bu inanç üzerine kurmuşlardır. 3 bin yıl buluşlarıyla insanlığa yön veren Sümer uygarlığı sonlanmış olmasına rağmen Sümer yazısı ve dili bilim dili olarak 2 bin yıl kullanılmaya devam ettiği için diğer inanç ve uygarlıkların Tengri inancı olgularından etkilenmemeleri mümkün değildir.
Dünyadaki bütün inançlara öyle veya böyle kaynak olmuştur Tengri inancı.
Uruk kenti hakanı, efsanevi kisilik Sümeri Gılgamış'ın efsane olgu ve anlatımı birsürü örneklerden birtanesidir.
Gılgamış destanında Gılgamış'ın gezegenleri dolaştığı anlatılmaktadır.
Anlatımda Gılgamış Mesh gezegenini ziyaret eder, bu isim antik yunanda Her"(mesh)"e romalılarda mercure dönüşür.
Gılgamış'ın ziyaret ettiği gezegen Hindiuzimde Ganeş  olarak hırsızların tanrısı olur.
Bunlar değişik uygarlıklardır lakin ana kaynakları aynı olduğu için hepsinin temel özellikleride aynıdır, hepsi şifacı, şifa arayan hekimlerdir.
Ne tesadüf !!! Gılgamış da ölümsüzlük bitkisini arayan, insanların ölmemesini amaçlayan bir kişi !!!
Batı dillerinde Gilga"mesh" yazımını gördüktenden sonra eski Yunan tanrılarından olan Her"mesh"in Gılmış efsanesinden araklanmış olduğunu görmek için özel bilgiye gerekte yok aslında...
İşte bu bilgiler aryanizmle kendilerini üstün insan konumuna koyan bir kısım batılı siyasi ve ırkçı bilim adamlarını ve arapçılığı özellik zanneden yobaz cemaatlarını rahatsız ediyor.
Tarihi gerçekler kabul edildiğinde Müslümanlar arab faşizmiyle yoğrulmuş emevi inancını terketmek zorunda kalacaklar. Hiristiyanlar M.s. 325 yılında pagan kral Konstantin tarafından yazdırılan incilin Hak inancıyla ilgisinin nerdeyse kalmadığını görmüş olacaklar.
Siyonistler ise bütün insanlığı sömürmek için yarattıkları, kullandıkları Babillilerden arakladıkları Tengri inancı olgularının onlara ait olmadığı için kendilerinin seçilmiş insanlar olmadıklarını kabul etmek zorunda kalacaklar.
işte bu nedenlerden tarihi ve inançsal gerçekleri inkar etmek zorundadırlar.
Ama ne yapılırsa yapılsın, tarihi gerçekler bir müddet gizlenebilinir ama asla yok edilemez.


https://kokler-ve-kanatlar.webnode.fr/
Devamını oku: https://kokler-ve-kanatlar.webnode.fr/products/nibiru-gezegeni-ve-goksel-varl%c4%b1k-annunaki%27ler-/

25 Ocak 2023 Çarşamba

Yıldızların Sayısı Gittikçe Azalıyor!

 Dünya’daki herkesin veri yollayabildiği Globe at Night programı insan gözünün gördüğü yıldızların sayısının gittikçe azaldığını ortaya koydu. Çalışmaya göre yapay aydınlatma nedeniyle gökyüzünde görülen yıldızların sayısı uydu ölçümlerinin sonuçlarından daha hızlı olarak azalmış. Program aynız amanda bilim insanı olmayanların temel araştırma alanlarında bilime önemli katkılar sunduğunu da gözler önüne seriyor.

İnsan gözü gökyüzünde Samanyolu’nun parlak şeridinden düzinelerce takımyıldıza kadar karanlık bir gecede birkaç bin yıldızı görebilmelidir. Ne yazık ki artan ışık kirliliği tüm dünyadaki insanların yaklaşık %30’nun, ABD’de ise %80’inin kendi gök adalarını görmelerini engelliyor. Yeni yapılan çalışmayla sorunun hızla kötüleştiği gösterildi.

Işıklar kapatılınca ve açık olduğunda görünen gökyüzü.

Vatandaş bilimi olarak adlandırılan her insanın katkı sağlayabildiği program, ışık kirliliğinin bir türü olan gökyüzünün aydınlatılması anlamındaki “gök parlaması” sorununa dikkat çekiyor. NSF’nin NOIRLab’ı tarafından yürütülen ve NRAO’da gökbilimci olan Connie Walker tarafından geliştirilen bir program olan Globe at Night dünyanın dört bir yanından gelen verileri topluyor. Araştırma uydu ölçümlerinin ortaya koyduğu verilere oranla ışık kirliliğinin çok daha hızla arttığını gösteriyor.

Alman Yerbilimleri Araştırma Merkezi’nden Christopher Kyba: “Bu değişim hızı, 250 yıldızın görünür olduğu bir yerde doğan çocuğun 18 yaşına geldiğinde sadece 100 yıldız görebilmesi anlamına gelir” diyor.

Işık kirliliği sadece gökbilimi etkilemiyor, canlı yaşamı üzerinde de olumsuz etkileri bulunmaktadır. Işık kirliliği, biyolojik sistemlerin yaşamlarında önemli payı olan güneş ışığından yıldız ışığına döngüsel geçişi bozduğu için, insan sağlığı ve vahşi yaşam üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Dahası görünür yıldızların kaybı aynı zamanda insan kültürel mirasının da kaybı demektir. Yakın zamana kadar tarih boyunca insanlar yıldızlarla kaplı etkileyici bir gökyüzüne sahipti. Gökyüzünden ilham alan mitlerden gök cisimleriyle aynı hizada inşa edilmiş yapılara kadar eski kültürler yıldızları biliyordu.

Işık kirliliği iyi bilinen sorun olmasına karşın zaman içinde gökyüzü parlaklığında meydana gelen değişim küresel ölçekte iyi belgelenmemiştir.

Globe at Night programı 2006’dan bu yana yıldız görünürlüğüyle ilgili veri toplamaktadır. Masaüstü bilgisayarı ya da akıllı telefonu olan herkes programa veri gönderebilir. Verinin toplandığı tarih, saat ve konum bilgileri girildikten sonra katılımcılara bir dizi yıldız haritası gösterilir. Herhangi bir cihaz kullanmadan sadece gözleriyle gökyüzüne bakarak gösterilen görsellerden hangisini gördüklerini işaretlemeleri istenir.  

Gönderilen veriler bir cismin görülebilmesi için ne kadar parlak olması gerektiğinin ölçüsü olarak insan gözünü kullanır. Veriler gökyüzü parlaklığını tahmin etmek için kullanılır, çünkü gökyüzü aydınlandıkça sönük cisimler görülemez olur.

Çalışmayı gerçekleştiren araştırmacılar 2011 ile 2022 yılları arasında Globe at Night’a gönderilen 50.000’den fazla gözlemi analiz ederek, bulut örtüsü ve Ay ışığı gibi etkenleri girdilerden çıkararak sonuçlarının tutarlı olmasını sağladılar. Araştırma aralığındaki on yılda en çok veri gönderilen Avrupa ve Kuzey Amerika’dan gelen verilere odaklandılar. Sonuçta uydu gözlemlerinin de gösterdiği gibi özellikle gelişmekte olan ülkelerin şehirlerinde yapay aydınlatmaların arttığı ve gökyüzünün hızla parladığı ortaya çıktı.

Araştırma ekibi görünür yıldızların kaybına bağlı olarak gökyüzü parlaklığının son 10 yılda %9,6 oranında arttığını gösterdi. Uydu verileri ise yılda %2’lik bir artışa işaret etmekteydi.

“Bu sonuç mevcut uyduların Dünya’nın gecesindeki değişimleri incelemek için yeterli olmadığı anlamına geliyor. Yıldan yıla farklı yerlerdeki parlaklık verilerini gösteren yıldız görünürlüğü gözlemlerini kıta çapında gökyüzü parlaklığının ne kadar değiştiğini anlamak için bir yol bulduk. Sonuçlar sadece ilginç bir sosyal yardım etkinliğini değil aynı zamanda Dünya’nın değişen çevresel etkilerinden birinin temel ölçümünü de ortaya çıkarıyor” diyor Kyba.

Beyaz LED lambalar gökyüzünü çok fazla kirletmektedir!

Görev yapan uydular insanların gördüğü gökyüzü parlaklığını ölçmek için uygun değildir. Dünya’da camgöbeği veya yeşilimsi mavi renge karşılık gelen 500 nanometreden daha kısa dalga boylarını algılayabilen bir araç bulunmuyor. Bununla birlikte daha kısa dalga boyları atmosferde düzgün olarak dağıldığı için orantısız bir şekilde gök parlaklığına neden olurlar. Günümüzde 400 ile 500 nanometre arasında ışıma yapan beyaz LED’ler yüksek verimli dış mekân aydınlatmalarında yaygın olarak kullanılıyor. Bu lambalar gök parlaklığının önemli ölçüde artmasına neden olmaktadır.

“İnsan gözü geceleri daha kısa dalga boylarına duyarlı olduğundan LED ışıklarının aydınlattığı gökyüzünü parlak olarak görür. Globe at Night’a veri yollayan katılımcıların bildirdiği ile uydu ölçümleri arasındaki büyük farkın nedenlerinden biri olabilir” diyor Kyba.

Dalga boyu farklılıklarının ötesinde ışıklı tabelalar veya pencerelerden sızan ışık gibi etkenler uzayda çalışan araçlar tarafından ölçülemez, ancak bu kaynaklar önemli ölçüde gökyüzünün aydınlatılmasında pay sahibidir. Bu gibi nedenlerle daha çok insanın ilettiği gözlemlerin gök parlaklığı çalışmalarında kullanılması paha biçilmez olacaktır.

“Geçtiğimiz on yılda gök parlaklığındaki artış, çabalarımızı iki katına çıkarmayı ve karanlık gökyüzünü korumak için yeni stratejiler geliştirmek gerektiğini gösteriyor. Gökyüzü parlaklığındaki değişikliklere yönelik değerlendirmemiz için veri kümesi oldukça önemlidir ve bu nedenle mümkün olan herkesi yıldızlı geceleri korumak için yardımcı olmaya davet ediyoruz” diyor Walker.

10 Ocak 2023 Salı

Yaşam Arayışında Yeni Bir Fikir

 Gökbilimciler Yer ile benzer boyut, kütle, sıcaklık ve atmosferik bileşime sahip gezegen arıyor. Bir gökbilimci ekibi şimdi umut verici istatistikleri toparlayarak yeni bir sınıf oluşturdu.

Cambridge Üniversitesi araştırmacıları çok sayıdaki Yer-benzeri gezegenlerden hidrojen açısından zengin atmosfere ve okyanusa sahip olanları belirleyerek ‘hycean’ adlı yeni bir gezegen sınıfı oluşturdular.

Araştırmayı yöneten Cambridge Astronomi Enstitüsünden Dr. Nikku Madhusudhan: “Hycean gezegenleri başka yerlerde yaşam arayışımızda yepyeni bir kapı açıyor” diyor.

Belirlenen hycean gezegenlerinin çoğu Yer’den daha büyük ve sıcaktır. Ancak bunların bazıları mikrobiyal yaşamı destekleyecek büyük okyanuslara sahip.

Bu gezegenler için ayrıca sadece yaşanılabilir gölgeye değil yakınlarına da bakılıyor. Yani, Yer benzeri bir gezegen yaşam alanı dışında olsa bile yaşamı destekleyebilir.

Ressam gözüyle bir hycean gezegeni (Amanda Smith).

İlk ötegezegen yaklaşık 30 yıl önce keşfedildi. O günden bu yana binlerce gezegen gözlendi. Gözlenen gezegenlerin büyük kısmının boyutu Yer ile Neptün arasındadır ki bunlara “süper Yer” ya da “mini-Neptün” adı veriliyor. Bu gezegenler genelde karasal veya hidrojen açısından zengin atmosferli buz devleri ya da her iki özelliğe de sahip olabilir.

Ancak, Madhusudhan’ın ekibi mini-Neptün K2-18b gezegeni için yaptıkları incelemede belirli şartlar altında gezegenin yaşamı destekleyebileceğini belirledi. Bu sonucun mümkün olabileceği ve bilinen ötegezegenlerin bu şartları taşıyabileceği ve biyolojik imzalarının gözlemlenebilir olup olmayacağının belirlenmesi için tüm gezegen ve yıldız özelliklerinin ayrıntılarının araştırılması gerekiyor.

Araştırmacılar hidrojen açısından zengin atmosferi altında dev okyanuslara sahip hycean gezegenlerini belirlemeye çalıştı. Hycean gezegenlerin boyutu 2.6 Yer büyüklüğüne kadar ve 200 0C derece sıcaklığa sahip olabilir. Bu gezegenlerdeki okyanuslar Yer’dekiler gibi mikrobiyal yaşamı destekliyor olabilir. Bu tür gezegenler ayrıca sadece bir tarafı ışık alan yıldızına kilitli ve yıldızlarından daha az ışınım alanlar da olabilir.

Süper-Yer sınıfındaki gezegenler henüz ayrıntılı olarak incelenmemiştir. Hycean gezegenleri muhtemelen çok sayıda bulunmaktadır ve gökadamızda başka yerlerde yaşam arayışında umut vaat etmektedirler.

Buna karşılık bir gezegenin hycean tipi olup olmadığı belirlemenin tek yolu boyutu değildir: kütlesi, sıcaklığı ve atmosferi gibi diğer özelliklerinin de uygun olması gerekir.

Gökbilimciler bir gezegendeki koşulları belirlerken önce yıldızın yaşam alanında olup olmadığına bakar. Ardından gezegenin atmosfer yapısını belirlemek için moleküler imzalarını tarar. Yüzey koşulları ve okyanuslar ise yaşam potansiyelini ortaya çıkarır.

Yaşam alanı (mavi) grafiği. Grafikte sarı daire Güneş’i temsil etmektedir. Yıldızın kütlesi azaldıkça suyun sıvı halde bulunabileceği yaşam alanı yıldıza yaklaşmaktadır.

Gökbilimciler yaşam olasılığı için ise belirli biyolojik imzaları arar: oksijen, ozon, metan ve azot dioksit. Bunların dışında Dünya’da az bulunan metil klorür ve dimetil sülfür gibi maddelerin çok olduğu, oksijen ve ozonun az olduğu hidrojence zengin gezegenler de yaşamsal açıdan umut verici olarak nitelendirilir.

“Çeşitli molekül imzalarını tararken ilk başta iyi bildiğimiz kısımdan başladık: Dünya atmosferindeki bileşimlerden. Ama hycean gezegenlerinde birkaç biyo-imza bulma şansımızın daha yüksek olduğunu düşünüyoruz” diyor Madhusudhan.

Ekip bu yıl içinde göreve başlayacak olan James Webb Uzay Teleskopu gibi yeni nesil teleskoplarla ayrıntılı verilere ulaşabilecek. Bunun için çalışılacak adaylar için kriter oluşturuldu: 35-150 ışık yılı uzaklıkta ve kırmızı cüce yıldız çevresinde dolanma. Bunların içinde en umut verici olanı ise K2-18b gezegeni.

“Bir gezegende keşfedeceğimiz biyo-imza, evrendeki yaşam anlayışımızı değiştirecektir. Doğa bizi hayal bile edemeyeceğimiz biçimde şaşırtmayı sürdürüyor. Bu açıdan yaşamı nerede bulacağımız ve nasıl bir yaşam formuyla karşılaşacağımız konusunda açık olmamız şart” diyor Madhusudhan.

Makale için tıklayınız.                                                                                        University of Cambridge

29 Aralık 2022 Perşembe

Merkür’e İkinci Yakın Uçuş Tamamlandı

 Avrupa Uzay Ajansı (ESA) ile Japonya Uzay Ajansının (JAXA) birlikte yürüttüğü BepiColombo görevi, 2025’teki nihai Merkür yörüngesine yerleşmeden önce gezegene ikinci kez yaklaşarak yakın çekim fotoğrafları iletti.

23 Haziran 2022’de gezegenden 200 kilometre kadar uzaktan geçen araç, üzerindeki üç izleme kamerası ile bir dizi aletten aldığı verileri dünyaya iletti. 1024×1024 piksel çözünürlüğündeki renksiz görüntüler indirilerek kullanıma sunuldu.

BepiColombo’nun Merkür’e 2. yakın uçuşu sırasında MCAM kamerası ile aracın bir kısmı da görüntülenecek şekilde fotoğraf alındı. Bölge kraterlerle dolu olsa da aslında volkaniktir. Burası 3.7 milyar yıl önce volkanik patlamalar sonucu akan lavlarla oluştu. Aracın anteni de görüntü de kendini gösteriyor. (ESA/BepiColombo/MTM)

ESA’nın BepiColombo Uzay Aracı Operasyonları Müdür yardımcısı Emanuela Bordoni: “Altı Merkür yakın geçişinin ikincisini tamamladık. Gelecek yıl üçüncüsü gerçekleşecek” diyor.

BepiColombo’nun bu yakın geçişinde gezegene en yakın olduğu zaman gece kısmına denk geldiği için, bu noktadan beş dakika sonra, gezegen yüzeyinden yaklaşık 800 kilometre yüksekteyken fotoğraf alınabildi. Araç gezegen uzaklaşırken de 40 dakika boyunca fotoğraf çekmeye devam etti.

BepiColombo gezegen üzerinde, geceden gündüze doğru geçerken, Güneş gezegenin kraterli yüzeyi üzerinde yükseldi ve gece-gündüz çizgisinin belirgin olmasını sağladı. Böylece gezegen yüzeyindeki topografya önemli şekilde kendini gösterdi.

Araç üzerindeki MCAM kamerasından sorumlu ekip üyesi Jack Wright: “İlk görüntüler geldiğinde çok heyecanlandım ve adeta havaya uçtum. Görüntüler arasında birkaç yıl önce adını önerdiğim ve en sevdiğim kraterlerden biri olan Heaney’da vardı. Gerçekten çok güzel görüntüler elde ettik” diyor.

Heaney, tabanı volkanik malzemeyle kaplandığı için düz ve 125km genişliğinde bir kraterdir. BepiColombo için önemli hedeflerden biridir.

3.9 milyar yaşındaki Caloris havzası ve üzerindeki parlak noktalarla kraterleri görülmektedir. Merkür yüzeyindeki farklılıkları anlamak aracın ana görevlerinden biridir. (ESA/BepiColombo/MTM)

Yakın geçişten sadece birkaç dakika sonra, Güneş yukarıdan parlarken ortaya çıkan 1550km genişliğindeki Caloris havzası görüntülendi. Zeminindeki yüksek yansıtma özelliği olan lavlar onu diğer karanlık olanlardan ayırıyor. Caloris ve çevresindeki volkanik lavların, havzanın oluşumundan yaklaşık yüz milyon yıl sonra oluştuğu düşünülüyor. Bu yüzey farklılığını ölçmek ve nedenlerini anlamak BepiColombo görevinin en önemli hedeflerinden biridir.

Bepicolombo verileri, NASA’nın Merkür çevresinde 2011-2015 yılları arasında görev yapan Messenger aracından alınan verilerle birleştirilecek. Böylece Merkür’ün çekirdeğinden yüzeydeki süreçlere, manyetik alanından ekzosfere kadar tüm yönleri araştırılmış olunacak.

Merkür’de gündoğumu. Gezegenin az kısmı görünmesine karşılık yüzeydeki gölgeler kraterlerin büyüklük ve derinlikleri hakkında bilgi vermektedir. (ESA/BepiColombo/MTM)

BepiColombo bu yakın geçişleri yaparken üzerindeki çoğu alet çalıştırılmıyor. Bunların doğru dürüst veri alabilmeleri için aracın Merkür yörüngesine oturması gerekiyor. Yine de kısa sürede gezegenin manyetik alanı, plazma ve parçacık ortamına ilişkin az da olsa veri toplayabilir.

BepiColombo’nun aslı görevi 2026’da başlayacak. Biri Yer, ikisi Venüs, altısı Merkür olmak üzere toplamda dokuz gezegenin yakınından geçerek Merkür yörüngesine oturması planlandı. Araçta güneş enerjisiyle çalışan itki sistemi bulunuyor. Aracın bir sonraki Merkür yakın geçişi ise 20 Haziran 2023’te gerçekleşecek.

Yaşlı Yıldızlarda Yaşam Olasılığı Yüksek

 Üzerinde milyarlarca yıldır yaşam olan bir dünya olabilir mi? Araştırmacılar yaşlı ve yaşlı yıldız sistemlerinin yaşanabilir alanı içindeki yaşlı bir gezegende yaşam olabileceğini düşünüyor. Böyle bir gezegendeki yaşamın nasıl geliştiğinin ortaya çıkarılmasının büyük etkileri olabilir.

kepler444_otegezegen
Kepler-444 yıldızı ve beş gezegeninin resmi (Peter Devine and Tiago Campante/University of Birmingham).

Geçtiğimiz Ocak ayında bir grup araştırmacı yakın bir antik yıldızın büyük olasılıkla karasal olan beş küçük gezegenini belirlemişti. NASA’nın Kepler aracıyla keşfedilen beş gezegenli antik yıldıza Kepler-444 adı verilmişti.

Güneş Sistemi’ne göre 2,5 kat daha yaşlı olan sistem 11,2 milyar yıl yaşında. Yıldızın keşfedilen beş gezegeni de yaşam alanı içinde değil. Ancak Kepler-444 ve benzeri yaşlı yıldızların yaşam alanında yaşanabilir dünyalar olabileceği belirtiliyor.

Çalışma ekibinden Tiago Campante: “Bu sistem için henüz uzun gözlem zamanı ayrılmadı, ancak başka gezegenleri olduğunu düşünüyorum” diyor. Gelecekte göreve başlayacak gözlemevlerine çok güvendiklerini ve şimdilik tartışmalı olan milyarlarca yıllık yaşam fikrinin sonuçlanacağını ümit ediyor. “Akıllı yaşam eğer hâlâ sürüyorsa kendilerini bir şekilde yok etmemişler demektir.”

Sürpriz bir yapı

“Yıldız demir açısından fakir olmasına karşılık “alfa elementleri” olarak bilinen silikon, karbon, azot ve oksijen açısından zengindir. Bu elementler yakıtı biten evrenin ilk yıldızlarının patlamasıyla oluşmuştur ve gezegenlerin oluşumunu sağlamıştır” diyor Campante.

Çekirdeği demir olan Merkür, Venüs, Dünya gibi gezegenler karasal gezegen olarak bilinir. Bu keşif öncelikle alfa elementlerinin karasal gezegenlerin oluşumunda önemli rol oynadığını gösteriyor. Bu da böylesi oluşumun evrende bol miktarda gerçekleşmesi anlamına gelir.

Kepler-444 sisteminin yıldızı Güneş’ten biraz küçük ve gezegenleri yıldıza çok yakındır. Bu yıldızın yaşam alanı yıldızdan 0,4 astronomi birimi (ya da Dünya-Güneş uzaklığı) uzakta başlar. Keşfedilen gezegenlerin en uzakta olanı yıldızdan 0,08 AB uzaktadır. Yani Merkür’ün Güneş’e olan yakınlığından beş kat daha yakın yörüngede dolanmaktadır.

Aramayı Genişletme

Kepler-444 gibi bilinen birkaç yaşlı sistem daha vardır. Örneğin halk arasında “Methuselah” olarak bilinen dev gaz gezegen 2000’li yılların başında keşfedildi. 2003 yılında varlığı onaylanan gezegenin yaklaşık 12,7 milyar yıl yaşında olduğu tespit edildi.

Geçtiğimiz yıl gökbilimciler 11,5 milyar yıl yaşında olan Kapteyn yıldızının iki gezegeni olduğunu belirlemişti. Kapteyn b ve c adlı iki gezegen süper Dünya ile mini Neptün arası büyüklüğe sahiptir.

10,6 milyar yıl yaşında olan başka bir antik yıldız sistemi olan Kepler-10’un yaşam alanında iki gezegen olduğu iddia edilmişti. Ancak bu şimdilik kabul görmedi. 2011 yılında keşfedilen gezegenler sıcak kayalık ve katı Neptün kütleli gezegen olarak sınıflandırıldı.

Dünya benzeri gezegenler bulabilmenin yolu daha güçlü teleskoplardan geçiyor. NASA bu amaçla 2017 yılında geçiş yöntemiyle gezegen avlayacak olan Transiting Exoplanet Survey Satellite (TESS) uydusunu fırlatacak. Ayrıca Avrupa Uzay Ajansı en geç 2024’de göreve başlaması planlanan PLATO (PLAnetary Transits and Oscillations of Stars) uydusu da çok önemli keşiflere yol açacaktır.